28 Ağustos 2014 Perşembe

Kavafis'in Kent'i

Yarın doğup büyüdüğüm kentte, Ankara'da olacağım. Ne zaman Ankara'ya yolum varsa, Kavafis'in Kent'i düşer aklıma.

Kulağımda ise, muhteşem sesinin yanında Mohsen Namjoo kadar iyi bir müzisyen de olsaydı İran müziği denince akla gelen ilk isim olabilirdi diye düşündüğüm Darya Dadvar'ın Navai'si var.

Varlık yayınlarından çıkan, 1990 basımı Kavafis'in Bütün Şiirleri kitabından, Özdemir İnce çevirisiyle Kent:




Rain Man



Bugün izlediğim iki filmden biri klasik diyebileceğimiz, Tom Cruise'un henüz toy olduğu, Dustin Hoffman'ın unutulmaz performanslarından birini sergilediği Rain Man. Diğer izlediğim film ise modern sinemayı, farklı senaryo ve yönetmenliğiyle yerden yere vurduğunu düşündüğüm, beni en şaşırtan yönetmen diyebileceğim Kim Ki Duk'un sanırım en çok bilinen filmi Bin-Jip (boş ev) oldu. Kim Ki Duk'u yönetmen olarak yazdığımda anlatacağım Bin Jip'i. 


Rain Man, 1988 yapımı bir film ve 'maalesef' konusu hala güncelliğini koruyor. Film, kendine ve ailesine zarar vermemesi için bir nevi tecrit edilen otistik dahi Raymond (Rain Man) ve 20 yıl boyunca bir abisinin olduğunu bilmeyen Charlie'nin bir haftalık yol hikayesini anlatıyor. Bu açıdan, en iyi yol hikayelerinin kesinlikle ilk beşindedir diye düşünüyorum.

Bugün hala gelişmiş dediğimiz ülkelerde bile, toplumdan soyutlanan, 'farklı' doğan insanların hikayeleri aynı. Bir sebepten ötelenmiş ve akıl hastası muamelesiyle bakım evlerine kapatılmış otistik insanların hikayelerinin aynılığı, Yağmur Adam'da birleşiyor.

Diğer taraftan aile sevgisi görmemiş Charlie'nin kişisel hırsları, duygularını körleştirmişken, bir anda varlığından haberdar olduğu abisi Raymond'la bağ kurma çabasına dönüşecek hikaye. Ben ise neredeyse film boyunca, Charlie'nin de aslında zor geçmiş olan hayatıyla ilgilenmedim, basit hayatı çözümleyemeyen, fakat insan zekasının yetersiz kaldığı şeyleri çözebilen Raymond'u izledim. Otizmli insanların, normal insanlardan çok daha zararsız ve sevecen olduğunu bilip, bunu Raymond'la anımsayıp, neden bu kadar ötelendiklerini, hepimizden temiz ve hatta akıllıyken neden sadece acınarak bakıldıklarını sorguladım.

Filmin benim için hem sonucu, hem teması: İnsan kalabilmenin en gerçek yanı, 'farklı' olanı da sevebilmek. Hala izlemeyeniniz varsa, iki saatinizi mutlaka ayırmanız gereken bir film.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

A Beautiful Mind, Patch Adams, Bloody Sunday


Hayatın her döneminde, yaşama bakış açımız farklılaşır. Bu yüzden bazı filmler o dönemlerde yeniden hatırlanmalı. Son üç akşamımı hatırlamak istediğim üç filmle geçirdim. Akıl Oyunları da onların ilki.

Russell Crowe'un aktörlüğünü ispat ettiği bu film, 1994 Nobel Ekonomi ödülü ile bilinen, Oyun Teorisi tezi sahibi, aslen matematikçi Dr. John Nash'in hayat hikayesi.

Bir dehanın, kendisini şizofreniye sürükleyen takıntılarını, devletle çalıştıktan sonra kaçınılmaz olan hastalığını ve şizofreniyi yine dehasıyla alt etmesinin hikayesini izlerken, size insanın varlığının esas nedenlerini sorgulatıp, sevginin yapabildiklerini anlatıyor. 





İkinci hatırlanmaya değer film, bu ay kaybettiğimiz ve benim en sevdiğim aktör olan Robin Williams'ın, akıl hastanesinde geçirdiği süreç sonrası, insanlara yardım etme isteğiyle tıp okumaya karar veren bir adamın, Patch Adams, yaşadıklarını anlatıyor. Gerçek bir hikaye oluşunu bilerek izlediğinizde daha çok sarsıyor.

Ölümün doğal bir süreç olduğunu, doktorun görevinin geleneksel metodlarla sadece bu süreci uzatmak değil, hastalık sürecinde yaşam standartlarının en iyi şekilde olması gerektiğini savunan Patch, birçok kurala karşı gelerek, doktorluğun sınıfsal olarak üstün bir statü kabulünü hem hastalar için hem doktorlar yıkmaya çalışıyor. 

Hastanelerde işleyen bürokrasiyi, en temel insan hakkı olan tedavi hakkının ücretsiz olmamasını Marksist bir perspektifle eleştiren Patch, kendi kurduğu butik hastanede ihtiyacı olanlara hizmet veriyor. İnsan kalabilmişlerimizin etkileneceği muhteşem bir film.



Üçüncü film, Bloody Sunday. Tarih 1972, yer Kuzey İrlanda. Baskıcı, asimilasyoncu İngiliz hükümetine karşı insan hakları talepleriyle yürüyüş düzenlemek isteyen İrlanda halkına, İngiliz askerlerinin ateş açması sonucu 27 kişinin vurulup, 13'ünün hayatını kaybetmesini anlatan film, 'kanlı pazar' sonrasında silahlanan devrimci IRA'ya da değiniyor.

Prostestan doktor ve parlomento üyesi Ivan Cooper, Katolik İrlanda halkının gördüğü zulme, onlara önderlik ederek, insan hakları çizgisinden sapmamaya çalışarak taleplerini dile getirirken, silahlı mücadeleye karşı çıkıyor. İngiliz hükümetinin yaptığı katliamdan sonra verdiği demeçte ise, İrlanda gençlerini artık kendisinin de durduramayacağını anlatıyor.

Film, anlatısının neredeyse tamamında gerçeğe bağlı kalıyor fakat hükümetin emir vermiş olduğu açıkken, sorgulanan ve ceza almayan askerleri birincil suçlu olarak gösteriyor. Ya da asker ateş açmasaydı çapulcu denilen İrlanda grubu bunu sağlayacaktı hissi veriyor, gerçekten bağımsız olarak.İzlediğimde 1992 Cizre Newroz'u benim aklıma ve siz de izlediğinizde muhtemelen Türkiye'deki Kürtler'i göreceksiniz.

Ek olarak; İrlanda'da yapılan o büyük yürüyüşün mimarı Cooper olsa da, filmin son sahnesindeki isyanı dışında pek değinilmemiş olan ve daha sonra anlatacağım Bernadette Devlin McAliskey bugün dahi birçok politik kadının ilham kaynağı.

13 İrlandalı insana saygıyla.