22 Kasım 2014 Cumartesi

Klama Dayîka Min/ Annemin Şarkısı/ Song of My Mother


Uzun zamandır film yazmaya zaman bulamıyordum. Annemin Şarkısı'nı dün izledim ve yazmak için zaman yaratmalıydım, yarattım.



Yönetmeni Erol Mintaş'ın ilk uzun metrajlı filmi olan Annemin Şarkısı bol ödüllü çıktı izleyici karşısına. Beklentilerimizi karşılayıp karşılamayacağı konusunda endişeli gittiğim filmin senaryosu 'çok bizden biriydi'. 

Kürt sinemasının, kendine yer etmeye başladığı zamanlardayız. Fakat endişe verici olan ve zaman zaman çeşitli Kürt yönetmenlerin Kürt'ün acılarını irite edecek düzeyde ajite etmesi durumundan bıkkın iken, Annemin Şarkısı imdat soluğumuz oldu. Kürt halkının dramını sinemaya incitmeden yansıtabilmek işini yapmak kolay değil ve bu filmdeki olguların, gerektiği kadar dokunulmuş olması size kendini daha samimi hissettiriyor.

Klama Dayîka Min'ın bir diğer özelliği Feyyaz Duman ve Zübeyde Ronahî'nin gerek fiziki özellikleri gerek oyunculuklarıyla film için biçilmiş kaftan olmaları. Nesrin Cavadzade'nin varlığı da filmin diğer şanslarından biriydi.



92'nin Doğubeyazıt'ında başlayan Annemin Şarkısı filmi, Kürdistan'ın asla unutmayacağı beyaz toros gerçeğini bir özne olarak değil, nesne olarak kullanıyor. Faili meçhulü anlatım şekli olarak ise tek sahne ve sonrasında filme yayılan görsel ile ince bir seçim yapmış yönetmen. Sonrası ise birgün köyüne döneceğinin hayaliyle yaşayan Nigar Ana'nın (Zübeyde Ronahî) ve metropolde hayatına devam etmeye çalışan oğlunun (Feyyaz Duman) hikayesi. 

Yokolan köylerinden sonra, Tarlabaşı'ndaki kentsel dönüşümle de göç etmek zorunda bırakılan ailelere diyaloglarıyla değinen filmde, Nigar Ana'nın sıkıştığı küçük dünyasında, geçmişine ait aradığı bir kaset filme ismini veriyor. Oğlunu ise annesine ve hamile sevgilisine yetişme telaşındayken, para kazanmak için yaptığı öğretmenlik, varlığından kopmamak için verdiği Kürtçe dersleri ve esas yapmak istediği yazarlık ile izlerken, diğer yandan kaset arama çabası ile bazen kızarak, bazen hak vererek ama çoğunlukla kendimize yakın hissediyoruz. Zeynep'i (Nesrin Cavadzade) ise kendi başına bir hayat idame ettiren, feodal yapıdan arınmış, sevgilisinden hamile olan genç bir Kürt kadını iken, kentleşmiş günlük hayatında Türkçe, Nigar Ana ile ise Kürtçe konuşurken görüyoruz. Bu da metropollerde yaşayan Kürt gençlerine getirilmiş ince bir eleştiri olarak okunuyor. Sevgili mamoste Fehim Işık'ın iki dakikalık sahnesinde, yurtdışına iltica etmiş Nigar Ana'nın diğer oğlu rolüyle görürken, film aslında bugün hala ülkelerine dönemeyenlere de değinmiş oluyor.

Klama Dayîka Min, Kürt sinemasındaki yerini almışken, kaçırmak istemeyeceğiniz bir film. Ve eminim siz de, 70 yaşında ilk ve son filmini çeken Nigar Ana'nın yüzünü hayatınızın bir köşesine koyacaksınız. Fotoğraflara bağlılık, tavuskuşu ve karga hikayesi, ceviz suyu ve kasetçaların alegorik hikayesi sizi de etkileyecek. İyi seyirler.


Ödüller:
Annemin Şarkısı'nın aldığı ödüller şu şekilde: 2014 Saraybosna Film Festivali Saraybosna'nın Kalbi En İyi Film Saraybosna'nın Kalbi En İyi Erkek Oyuncu 2014 Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi İlk Film En İyi Erkek Oyuncu (Feyyaz Duman) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Aziz Çapkurt) En İyi Müzik (kaynak:beyazperde.com)























15 Eylül 2014 Pazartesi

Delicatessen, 21 Grams, The Shawshank Redemption


Bu hafta izlediğim filmlerden 1991 yapımı, Marc Caro ve Amelie'nin yönetmeni olarak bilinen Jean-Pierre Jeunet'nin ortak yönetmenliği ile çekilen Delicatessen (Şarküteri) ile başlayalım.

Filmin konusu; çoğu Tükçe sitede Fransa'da savaş sonrasında bir dönem olarak anlatılsa da, belirsiz bir kıyamet sonrası, bir apartmanda sağ kalan insanların sürreal dünyasında yaşadığı açlık mücadelesini anlatıyor.

Apatman, sahiplerinin koyduğu kurallarla yaşayan ve sonradan gelenlerin kesilerek et ihtiyacının karşılandığı bir sistemle yönetiliyor. Ana rollerden biri olan kasabın, başka bir yerden gelen Louison'u işe alması -esasen apartmanın kırık döküğünü ona yaptırdıktan sonra kesecek olması- ile olaylar başlıyor. Kasabın kızı Julie ile Louison birbirlerine aşık oluyorlar ve  Julie  Louison'u babasından kurtarmak için, 'vegan örgütü' diyebileceğimiz yeraltı örgütünden buğday karşılığında Louison'u kaçırıp kurtarmasını ister. Anlaşırlar. Fakat olaylar beklendiği gibi ilerlemez.
IMDb puanı 7.8 olan bu görsel şahanesi Fransız filmini izleyin ve sonunda kimin sağ kaldığını görün.

Filmin dikkat çeken yanlarından biri ,benim gözlemim, otoburların etoburlara karşı örgütlenmesi idi.
Normal hayatında hayvan eti yiyenlerin, savaş sonrası veya kıtlık durumunda en sevdikleri insanların dahi etini yiyebilecek olduğu vurgusu var. Etoburları bazı sahnelerde yerden yere vuran filmde, sadece kıtlık sonrası açlığın zorluğunu değil, vegan hayat propagandasının da yoğun olduğunu hissettim ben.


Gelelim ikinci filme. Kült filmlerden diyebileceğimiz 2003 yapımı 21 Grams. İnsan öldüğünde 21 gram kaybeder ve film adını buradan alıyor. Sean Penn, Bonicio Del Toro ve Naomi Watts başrol oyuncuları. Sean Penn'in usta oyunculuğu ile bence Naomi Watts'ın kendini ispat ettiği bu filmdeki performansı yarışıyor. Del Toro'yu izlerken esmer bir Brad Pitt oynuyor hissine kapılıyorsunuz, mimikleri bile aynı.

Film geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek olarak sırasıyla anlatılsaydı bu kadar etkileyici olmazdı diye tahmin ettiğim bu filmde 3 zaman hiçbir karışıklık olmadan fakat biraz yorarak karma olarak anlatılıyor. Paul sigara bağımlısı kalp hastası bir matematik profesörü, Christina eroin bağımlısı evli ve iki çocuklu bir anne, Jack ise işlediği suçlar ve bağımlılıklardan sonra kendini Tanrı'ya adamış yine evli ve iki çocuklu bir baba.


Bu üç insanın yollarının kesişmesini anlatan 21 Grams'ta, size Tanrı'yı sorgulatan, organ naklini düşündüren, bağımlılıkların sonuçlarını önünüze seren bir hikaye var. IMDb puanı 7.8 olan bu filmde diyaloglar önemli, görsel zayıf, hikaye ve anlatım güçlü. 


3. filmim daha önce de izlemiş olduğum, Oscar ödülü olmamasına rağmen bütün zamanların en iyi filmi kabul edilen, Stephen King'in farklı isimde bir kitabından uyarlanan 1994 yapımı 'The Shawsank Redemption', Esaretin Bedeli.

Andy Dufresne karısı ve karısının sevgilisini silahla korkutmak ister, ertesi gün tutuklanır. Öldürmediğini ispat edemez fakat iki sevgili ölü bulunmuştur ve Andy iki kere müebbet verilerek Shawshank hapishanesine gönderilir. Burada her türlü insanlık dışı muamele vardır. Zeki bir bankacı olan Andy umudunu herşeye rağmen diri tutmak istemektedir. Morgan Freeman'ın oynadığı Red ise 20 yıldır oradadır ve umudunu çoktan yitirmiştir. Hapishane müdürü Andy'ye bütün hesap işlerini yaptırır, Andy'nin yarattığı hayali bir kişi ile yüklü miktarda kara para almaktadır. 

Hapishane'nin en yaşlısı, kütüphane görevlisi Brooks yaklaşık 50 yıldan sonra tahliye edilir ve bu yaşlı adam o kötü yerden başka biryer tanımadığı için dışardaki hayata uyum sağlayamaz, intihar eder. O. Çocukları'nda pis akvaryumda yaşarken, suyu değiştirilen balıklar ertesi gün öldüğünde söylenen replik geldi aklıma 'bu balıklar pis suda yaşamaya alışmıştı, suyunu değiştirdiğin için öldü'. Yıllarca çıkmayı bekleyen, çıktıktan sonra ölmeyi seçen Brooks da alıştığı hayatın dışına atılınca ölmüştü işte. Kütüphane ise Andy'ye kalır ve orayı yıllar süren çabasıyla en iyi hapishane kütüphanesine çevirir.

Sonra, yeni evli beceriksiz hırsız Tommy gelir. Tommy'yi dışardan lise bitirmeye ikna eden Andy, onun için büyük çaba sarfeder ve tesadüfen Tommy'den onu dışarıya çıkartacak bir bilgi edinir ama beklenmeyen birşeyle bu gerçekleşmez. Ve Andy'nin muhteşem kaçış hikayesi başlar. 



Çok iyi bir kurgu yazarının kitabından alınan öyküsü, çok iyi senaryolaştırılmış ve ünvanını kesinlikle hakediyor. IMDb'de 9.3'le yıllardır ilk sırada. Belki hala izlemeyeniniz vardır.


10 Eylül 2014 Çarşamba

La Vita e Bella


Bugün 10 Eylül. Faşist İtalyan diktatör Mussolini'nin sonunun başlangıcı olarak kabul edilir. Bu vesileyle tekrar izlemiş oldum bu filmi.
İtalya Yahudilerinin gördüğü zulmün, soykırımın filmidir, 3 Oscar'lı, Cannes'da alınan Grand Prix'li ve bunun dışında 57 akademi ödüllü, 1997 yapımı 'La vita e bella/Life is beautiful/Hayat Güzeldir'.

İtalyan yönetmen ve oyuncu Roberto Benigni, bu filmin de hem yönetmeni hem başrol oyuncusu. Film keskin bir şekilde ikiye ayrılıyor gibi, ilk bölümünde bir Yahudi garson ile aristokrat bir adamla nişanlıyken aşkı için kaçan öğretmen bir kadının aşk hikayesi anlatılıyor. Aşağıdaki sahneye kadar film sıcak bir aşk hikayesiyken, oğullarının bir dükkanın kapısında görüp, sorduğu 'baba Yahudiler ve köpekler neden giremez yazıyor?' sorusuyla film ikinci bölümüne geçiyor.



İkinci bölümde, oğullarının doğum gününde, baba Guido ve oğlu Joshua toplama kampına gönderilmek üzere trene bindirilecekken, Yahudi olmayan anne Dora trene yetişir ve binmek için askerleri ikna eder. Kampa geldiklerinde kadınlar ve erkekler ayrılır.

Guido oğlunu orada olanların bir oyun olduğuna ikna etmek için türlü yollar dener, 4 yaşındaki Joshua'ya uyması gereken kurallar koyar, müthiş bir zeka ve babalık içgüdüsüyle onu ikna etmeyi başarır. Diğer yandan oğlunun hayatta kalmasını sağlayacak kurguyla aylarca nazi askerlerinden onu saklama savaşı verir.


Baba oğul arasında geçen muhteşem diyaloglarıyla, Benigni'nin aktörlük performansıyla ve birçok filme konu olan soykırıma bu senaryosuyla unutulmazlarınız arasına girecek bu film. IMDb puanı 8.6, henüz izlemediyseniz kaçırmayın.

Not: İtalyan faşizmi döneminde geçen filmde sadece Alman Nazileri vardır, Holokost'un Duçe (lider) ünvanlı İtalyan mimarı Mussolini'ye dair birşey yoktur. Fakat bu yazıda olmalı:

Alman Nazi kuvvetlerinin Mussolini'yi kaçırıp koruması bir işe yaramamış, zulm gören İtalyan direnişçiler kendisine hakettiği sonu yazarak, tüm dünya diktatörlerine unutulmayacak bir mesaj vermişlerdir. 





9 Eylül 2014 Salı

Kadıköy'ü fotoğrafladım gözlerim kapalı





6 Eylül 2014, Kadıköy, 18.30-19.00, Haydarpaşa görünümü






7 Eylül 2014 Pazar, Moda, 12.30-13.00, benim gözümden Mahsus Mahal






7 Eylül 2014, Pazar, 17.00-17.30, Moda Çay Bahçesi






8 Eylül 2014 Pazartesi, 06.00-06.30, Kadıköy İskele






8 Eylül 2014 Pazartesi, 07.00-07.30, Kadıköy sahil






08 Eylül 2014 Pazartesi, 16.15-16.45, Kadıköy-Beşiktaş vapurundan bir kaç fotoğraf

1.




2.




3.





4.





5.




4 Eylül 2014 Perşembe

Restless


Aşk filmlerinin vazgeçilmez anlatım yollarından biri 'ölümün ayırması'dır. Birçok filmde başarılı anlatılan bu dramı, Türkçe çevirisi 'Senin İçin' olan Gus Van Sant'ın bu filmi için söyleyemeyeceğim.

Good Will Hunting ve Elephant filmleriyle tanınan ve sevilen yönetmen, bu filmde 3 aylık ömrü kalan beyin tümörü olan genç bir kadın ve bir kazada 3 dakikalığına ölmüş, ailesini o kazada kaybetmiş genç bir adamın aşk hikayesini anlatıyor.

Konuyu size en başta veren yönetmen, hiçbir heyecan bırakmadan, üç ayı nasıl eğlenceli hale getirirsiniz sorusuna yanıt arıyor gibi. Sonunda 'ne oldu şimdi' diye boş baktığınız film çok kopuk ve birkaç hoş sahnesi dışında, 'izlemeseniz de olur' filmi. Oyunculuklar kötü, yönetmenlik zayıf, müzik ve kostümler hoş.

Yine de izlemek isteyenler için; IMDb puanı 6.8, sanırım aşkta acıyı sevenler puanlamış.







Blow-Up


Sinema tutkunu arkadaşlarınız yoksa hayatınız eksiktir ve henüz farketmemişsinizdir. Mutluyumki ben birçok sinemasız yapamayacak arkadaşa sahibim ve çoğuna ilk beş favori yönetmenini saydırmak gibi bir heves edindim kendime. Bu hafta Süleyman'a saydırdım, içlerinde -üzülerek söylüyorum- bilmediğim biri vardı: Michelangelo Antonioni.

İlk izlemek istediğim Antonioni filmi aslında bir üçlemeydi ve internette bulamadım. Bu üçleme sırasıyla L'Avventura (Macera,1960), La Notte (Gece, 1961), L'Eclisse (Batan Güneş, 1962) idi. Kısa bir yoklamayla Antonioni'yi tanımak için en ideal filmlerinden birinin de Blow-Up (Cinayeti Gördüm) olduğuna karar verdim.

1966 yapımı bu film, İtalyan yönetmenin, İngilizce çektiği ilk film, hikayesi Julio Cortazar'ın bir kitabından alıntı ve  Altın Palmiye ödüllü. 

David Hemmings'in takdir edilesi oyunculuğuyla hayat verdiği fotoğrafçının, faili meçhul bir cinayeti tesadüfen fotoğraflaması ve bunu stüdyosunda farketmesiyle gelişen olayları anlatıyor. Bu sırada çılgın 60'lar Londrası'nı da önünüze koyuyor yönetmen.

IMDb puanı 7.7 olan bu filmle, Antonioni'yle merhabalaşmış oldum. Diğer filmleriyle tanıma fırsatı bulacağım kendisini. İzleyen herkesi etkileyeceğine eminim.













in search of a midnight kiss



Uzun zamandır aşk filmi izlemediğimi farkettiğimde Ankara otobüsündeydim. Bir otobüs firmasında olması beklenmeyecek, bağımsız bir filmdi 'gece yarısı öpücüğü'. Karşınızda bilmediğiniz oyuncular,
siyah beyaz Los Angeles ve güncel bir hikaye var.

Etrafımda 'mutlu ilişki' diyebileceğim pek az ilişki var ama 'mutlu ilişkiyi arayan' sayısız insan var. Bu filmde size bu iki durumu yalın bir anlatımla özetliyor. Aslında pürüzsüz görünen,özendiğimiz birlikteliklerin, aksi yanlarını görünür kılıyor. Diğer yandan günümüzün sosyal medyasında başlayan çoğumuzun başından geçen tanışmayı, başka bir ilişkide irdeliyor.

2007 yapımı bu filmde, Wilson uzun bir ilişkiden çıkmış mutsuz bir adam,Vivian ise aldatılan bir kadın ve onlar sosyal medya üzerinden yeni yılı beraber geçirmek için sözleşen, yılın ilk gününü beraber geçiren iki insan. Olay örgüsü o bir gün üzerine kurulu. Ve o gün bittiğinde, siz hem 'birbiri için doğru insanların yanlış zamanda karşılaşmasını' hem de 'birbiri için doğru insan sandıklarınızın aslında dışardan göründüğü gibi olmadığını' izlemiş oluyorsunuz.

IMDB puanı 7.3 olan bu film, diyalogları, müzikleri ve tanıdık hikayeleri için kayda değer.